'O'NUN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEYİN'
Vahşi b. Harb, bu ayeti kerimede kendisinin affedileceğine dair kesin bir işaret bulunmadığını ifade ederek, “Allahu Tealâ dilerse affedecek deniliyor, ya dilemezse?..”diye şüphesini dile getiren, dolayısıyla Müslümanlığa güç yetiremeyeceğini söyleyen bir mektup yazdı. Bunun üzerine Rasulullah A.S. Efendimiz Vahşi b. Harb’e üçüncü bir mektup gönderdi. Bu mektupta ise şu ayeti kerime yazılı idi: “De ki : Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!.. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Zümer/53) Vahşi b. Harb bu mektubu aldıktan sonra “şimdi tamam” dedi. Ve Medine’ye Peygamberimiz’in huzuruna geldi. Efendimiz A.S. sordular:
“Anlat, Hamza’yı nasıl öldürdün?”
Vahşi b, Harb, Uhud Harbi sırasında olanları bütünüyle anlattı. Nihayet sözlerini bitirip
Peygamberimiz’e biat etti. Ancak Rahmet Peygamberi’nin kendisinden bir isteği vardı: “Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati bir insan olarak gösteremeyebilirim. Böylece sen talihsizliğe itilmiş, ben de vazifemi tam yapamamış olurum!..”
Vahşi zaten yeterince kırmıştı Kainatın Efendisi’ni. Ama ondan uzakta kalmak da kolay
değildi elbette. Bir tebessüme hasret kalmanın ne demek olduğunu, o bütün varlığı ile
yaşamış, gönülden bırakıvermişti ellerini nur-u muhammedîye... Artık sahabi sıfatını aldıktan
sonra, kalp bu sevgiliden asla ayrılamazdı, ayrılmadı da... Mescidi Nebi’de, Gönüller Sultanı’nın çok defa sadece sesini duyabilmiş, nice günler kendi kendine, “bir gün Allah Rasulü artık görünebilirsin der mi acaba?” diye o muştulu haberi ne kadar da beklemişti...
“O kimsenin gülüşü ne mübarektir ki, ağzını açınca can hokkasından inci görünür gibi kalbi gözükür. Sen kaya da olsan, mermer de bulunsan, bir kâmil veliye kavuşunca cevher haline gelirsin. O velinin muhabbetini kalbine yerleştir.
Ariflerin sevgisinden başka şeye gönül verme. Ümitsizlik tarafına ise hiç gitme. Günaha yönelme. Zira güneşler hâlâ parlıyor. Gönül seni kalp ehlinin semtine doğru çeker. Aklını başına al da, bir gönül erinin sohbetiyle kalbine gıda ver. O kalbin sahibinden bir ikbal dile.” diyen Hz. Mevlâna’nın sözü, sanki esasını bu hadiseden almış gibiydi.
Ve bir gün Vahşi b. Harb, duyduğu acı haber karşısında iyice yıkıldı: Kainatın Efendisi A.S. ahirete irtihal etmişti. Yıllar var ki, doyasıya koklayamamıştı o nurlu elleri... Oysa bir tek rahmet nazarı kendisine yetecekti, inanmıştı buna. Ama ilâhî irade...
Anlaşılan o ki, bütün hadiselere yön veren Allah Tealâ kendisinden istikamet istiyordu. Bu istikamet, sevgiliye verilen sözde gizlenmişti. Günahına keffaret olmak üzere sahip olduğu her şeyini feda edecekti, buna canı da dahildi. Hz. Hamza’yı şehit eden mızrağını yeniden eline aldı. Esasen onu belki de bu gün için saklamıştı.
SAKLANAN MIZRAK
Hz. Ebubekir R.A.’ın hilafet zamanıydı. Müseylime adında bir sahtekâr peygamberlik iddiasında bulunuyordu. Hz. Ebubekir R.A. da Halid b. Velid R.A. komutasında bir ordunun hazırlanmasını istedi. Hz. Vahşi R.A.’ın aradığı fırsat nihayet ortaya çıkmıştı. Bu ordunun arasında bir nefer olarak ver aldı. Savaş günlerce devam etti. Müseylime ve ordusu ölüm-kalım savaşı veriyordu. Bir ara Müseylime kaleden çıkıp kaçmak isterken, nöbet bekleyen bir sahabi “işte Allah’ın düşmanı kaçıyor!” diye seslendi. Vahşi R.A. bu sözü işitince, elindeki mızrağı Müseylime’nin göğsüne indirdi. Onu öldürdüğünü anlayınca da şükür secdesine kapandı. İhtimal, Allah Rasulü A.S.’ın ruhaniyetine “ey Allah’ın Rasulü!.. Artık gelebilir miyim?” der gibiydi...
Hz. Mevlâna: “Her ne olursan ol, yine de gel! İster Mecusi, ister Putperest... Tevbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel! Burası ümitsizlik kapısı değil...” derken, Şems-i
Tebrizî Hazretleri’nde böylesi nice güzelliklere ulaşmıştı demek abartı olmasa gerek. İşte bu gönül eri Mesnevi’de şöyle diyor: “Bir kandil, mumdan alıp da yandı mı, onu gören mumu görmüş olur. Bu parlaklık yüz kandile de nakledilse, sonuncusunun aydınlığını görmek, en evvelinin nurunu görmek gibidir.
İstersen aradığın hidayet nurunu sonuncu kandilden, dilersen bizzat can ışığından al! Aralarında fark yoktur. İstersen o hidayet nurunu sonraki kandillerde, yani hayatta olan mürşitlerde; istersen gelmiş-geçmiş velilerin ruhlarında gör. Bir nefes gelir, seni görür gider.
Ve bu nefes her kimi dilerse ona da hayat verir.”
Neden olmasın?!.
Bir bahar mevsiminde güller arasında dolaşanlar gibi... Bahar kokulu çiçeklerden bir nefes alanlar gibi...