VESVESE NEDİR?
Şeytan, edep dışı fena ve çirkin sözleri, şehvete dair bir kısım hayal ve hatıraları da kalbe atar. Dine, Allah’a, peygamberlere ve mukaddesata dair çirkin sözler fısıldar. Bazen de, namazı kaç rekât kıldım, abdest alırken kolumu yıkadım mı, guslederken kuru yer kaldı mı, şeklinde ardı arkası kesilmeyen vesve (kuruntu) verir. Halk arasında vesvese olarak bilinen şekil de budur.
‘Filanca vesveseli bir adamdır’ denildiği zaman, daha çok şeytanın bu manadaki vesveseleri kastedilir. Ne yazık ki günümüzde bu manadaki vesveseye müptela olan müminlerin sayısı bir hayli fazladır.
ŞEYTANIN SON KOZU
Şeytan, sergilediği onca hile ve tuzaklarına rağmen mümini yıkamazsa, artık son kozunu oynar. Vesvese oklarıyla kalp merkezini nişan alarak hücuma kalkar. Bu sefer hedef aldığı kişiler kuvvetli imana sahip, Allah’ın emirlerine canı gönülden sarılan saffet ve samimiyet sahibi müminlerdir.
Nitekim Sahabe-i Kiram’dan bazıları Hz. Peygamber s.a.v.’e:
- Ya Rasulallah, bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercih eder. Bu vesveseler bize zarar verir mi? diye sordular. Hz. Peygamber s.a.v.: - Bu gerçek imandır, buyurdu (Müslim, Ebu Davud).
KAMİL İMANIN TEZAHÜRÜ
Alimlerin çoğu bu hadisi, ‘bu tür vesveselerden korkmak, gerçek imanın kendisidir’ diye izah eder. İmam-ı Rabbanî k.s. Hazretleri ise, bu hadis-i şerifi şöyle yorumlar: “Hak yolcularının bedenden sıyrılıp vuslat yolculuğuna çıkan kalp ve diğer lâtifeleri, Allah’a ne kadar yakın olursa iman ve yakîn dereceleri de o kadar yüksek ve kuvvetli olur. Fakat letaiften ayrı kalan, bağı zayıflayan bedene vesveseler hücum eder.”
Yani vesveselerin gelmesi imanın kâmil olmasından kaynaklanmaktadır. İşe yeni başlayan veya henüz lâtifeleri yolda olan (imanları kuvvetli olsa da henüz yakîn sahiplerinin mertebesine ulaşamayan) taliplerde ise durum böyle değildir. Vesvese onlar için (tedbir alınmadığı taktirde) zararlıdır ve zehir gibidir. Manevi hastalıklarını artırır.
Gerek alimlerin ve gerekse İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin izahları bir hakikatin iki yönünü aksettirir ve her ikisi de doğrudur.
Kâfirlerde vesvese olmaz. Zira ipi şeytanın elinde olan ve arkasında tıpış tıpış yürüyen kimselerle şeytanın bir hesabı olmaz. Kâfirde daha ziyade iç bunalımlar, tatminsizlikler ve sıkıntılar olur. Şeytanın vesvese vermekteki gayesi, küfre sevk edemediği, Allah ve Rasulü’nü sevmekten ve emirlerine ittiba etmekten çeviremediği müminlerin kalbini bulandırmak ve ibadetlerdeki huzurunu kaçırmaktır. Bu suretle ayağını kaydırabilmek için elinden gelen gayreti gösterir.
EYVAH, KALBİM NE KADAR BOZULMUŞ!
Mesela, namazda veya başka bir ibadet esnasında, şeytan, müminin kalbine Allah ve Rasulü’ne karşı, evliyaya karşı, İslâm büyüklerine karşı son derece edebe aykırı çirkin sözler atar. Veya namaz esnasında şehvetle ilgili bir kısım hayalî tabloları kalbe serper. Yahut başka zamanlarda aklının ucundan bile geçmeyen düşünceleri hatırlatır. Hasımlarına söylenecek münasip sözleri söyletir.
Vesveseye düşen kişi de şeytanın vesvesesine sahip çıkar ve zanneder ki bu hayalî tablo ve düşünceler kendi kalbine ait. Bu sefer müthiş bir telaş ve heyecana kapılır. “Eyvah! Kalbim ne kadar bozulmuş” der. Şeytan onun bu durumundan yararlanır ve vesveseyi daha da artırır. Nihayet vesveseli kişi öyle bir noktaya gelir ki, eğer intihar caiz olsa, imanını kurtarmak için neredeyse intihar edecek.
Bir zaman sonra bu düşüncelerle başa çıkamayan vesveseli kişiye şeytan bu sefer şöyle fısıldar: “Sen böyle ince işlere çok daldın, bu yüzden de kalbine kötü düşünceler geliyor. Neredeyse imanın gidecek. Biraz dinî hayattan uzaklaşsan! Herkes gibi dünyanın zevkinden sefasından ve diğer nimetlerinden istifade etsen bunları unutursun.”
Bu mümin de şeytanın şerrinden Allah’a sığınıp iradesiyle ona karşı durmak yerine, dediklerine uyarsa, şeytan adamın işini bitirmiş ve istediği sonucu almış olur.
ABDEST VE NAMAZLA İLGİLİ
VESVESELER
Abdest ve namazla ilgili vesveseler çok yaygındır. Oysa bu tür vesveselere aldırış etmek, şeytanın avucuna düşmek demektir.
Namazı eksik mi kıldım, sureyi okudum mu, abdest alırken kuru yer kaldı mı, burnuma su çektim mi, ayağımı yıkadım mı türünden vesveseler bir kimsede ilk defa oluyorsa ve eksikliğini hissettiği husus da farz ise, abdestini veya namazını tekrarlar. Ama bu vesveseler sık sık oluyorsa, bu şüphelere itibar etmez. Namazını tam ve eksiksiz kıldığını, o uzuvlarını kâmilen yıkadığını kabul eder ve tekrar etmez. Bu durumda bazı uzuvları yıkanmamış, eksik kalmış olsa veya namazı eksik kılmış olsa bile, o abdest, gusül ve namazdan sorumlu olmaz. Fıkıh kitaplarının yazdığı budur. İade ederse şeytanın tuzağına düşmüş olur.
Sonunda bu gibi vesveseli kimselerde, Allah korusun, kulluk çekilmez ve katlanılmaz bir hale gelir ve hepsini bırakır. Şeytanın istediği de zaten budur. Vesveseli kimseler hangi türden olursa olsun, yaptıkları amellerin üzerinde, oldu mu olmadı mı, diye durmamalı ve “Allah kabul eder inşallah” demelidirler. Mümin her çeşit vesvesenin karşısına sağlam bir iradeyle dikilmeli ve şeytanın hilelerine tepeden bakmalıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Muhakkak ki, şeytanın hilesi zayıftır” (Nisa, 76) buyuruluyor.
VESVESEDEN KURTULUŞ
YOLLARI
Kişinin önce şunu bilmesi gerekir: Allah’a, Hz. Peygamber s.a.v.’e ve mukaddesata karşı kalbine gelen çirkin sözler, hayaller ve tablolar kendisine ait değil ki, o yüzden dinden çıkmış olsun. Mesela birisi çıksa mukaddesata sövse, onu duyan şahıs kâfir olmaz. Yeter ki kalbiyle iştirak etmiş olmasın. Vesveseli adam şeytanın sözlerine kalbiyle iştirak etmiş olsaydı, kalp bundan rahatsızlık ve endişe hissetmeyecekti.
Ehl-i Sünnet’e göre bir şey ancak kalple tasdik olunur ise, iman veya küfür olur. Bu durumda hayalinden küfürle ilgili söz ve düşünceleri geçirmek küfür değildir. Tasdik etmek küfürdür. Eğer öbür türlü olacak olsaydı dünyada tek mümin kalmazdı. Yılanın aynadaki görüntüsü ısırmaz, ateşin görüntüsü yakmaz. Aynada görülen pislik de insanı kirletmez. Aynen bunun gibi, hayal ve fikir aynasında küfür ve şirkin akisleri, dalâletin gölgeleri, çirkin sözlerin hayalleri itikadı bozmaz.
Dert etmeyip üzerinde durmadıkça, vesveseler bir zarar vermez. Bir süre sonra söner gider. Bu yüzden vesveseye müptela olan kişi vesveseyi küçük görmeli, büyümesine meydan vermemelidir. Bu tür vesveselerin imanına hiçbir zararı olmadığını bilmelidir. Eğer telaşlanır, ben mahvoldum diyerek vesvesenin üzerinde durursa kuvvetlenerek çoğalır. Tıpkı arı kovanı gibi. Bir kimse kovandaki arılara ilişmeden geçip gitse bir zarar vermez. Ama arı kovanına çomak sokarsa, bütün arılar üzerine üşüşür.
Vesveseye müptela olan mümin, şeytanın iğvasına kapılıp amellerden geri kalmamalı, haram ve helallere karşı son derece duyarlı olmalıdır. Ayrıca Allah’ı çok zikrederek, kalbi ve diğer lâtifeleri çalıştırmaya önem vermelidir. Namazda vesvese geldiği zaman kendini toparlayıp sadece okuduğu sureleri düşünmelidir. Bundan başka şeytanın vesveselerine karşı bir siper olan Felâk ve Nas Surelerini, manalarını da düşünerek çokça okumalıdır
Semerkand Dergisinden alınmıştır....
YA RABBİ BEN PİŞMANIM
Böyle bir tövbe, ayni zamanda o Yüce Elçi'nin bir müjdesi: “Günahlarına tövbe eden kişi, hiç günah islememiş gibidir.” Evet isin sırrı pişmanlıkla tövbe imiş. Meğer ne güzelmiş kalbin derinliklerinden kopup gelen su sözler... :
Mükemmellik sadece Allah'a mahsus. Beser ise şaşar. Beserin de hepsi bir değil. Bazısı bazen şaşar, bazısı daha çok. Şaşmak, yani hata etmek, her şeyi mahveden, telafisi imkansız bir eksiklik değil insan için, insan olmanın bir tabiatı.
Fakat normal olmayan, hoş görülemeyecek olan, hatada ısrarlı olmak. Şaşmayı, hataya düşmeyi hal edinmek. Bir elbise gibi giyinmek. Beser olma durumunu zaaflarına, hatalarına kalkan edinmek. İste bu durum beser olmaya yakışan, yarasan bir hal değil. Zira hatada ısrarla insanlık haysiyeti tehlikeye girer. Kişinin izzeti nefsi yaralanır, şerefi düşer. Oysa insan, şerefli yaratıldı. Ona şerefini Yaradanı verdi. Ona “eşref-i mahlukat” dedi. Bu durumda beserin en önemli görevi, kendisine bahsedilen bu şerefi korumak değil midir? Öyledir, öyle olmalıdır. Hatalara rağmen “şerefli” kalmak çok mu zor? Değil elbette. Yolu öğretilmiş. Tarihin en basından beri insanlığa rehber kılınmış kutlu elçiler tarafından. Çok kolaymış meğer. Yolun asli hataya pişman olmak imiş.
Pişman olmak sadece insana özgü. O halde çok insanî, tamamen insanî. Önce hataları hata kabul etmek. Yakışmadığını, insanlık şerefiyle uyuşmadığını idrak etmek. Sonra yaptığına pişman olmak. Sonra bir daha yapmamaya karar vermek, azmetmek...Nihayet güzel bir dönüşle dönmek. Doğruya, doğru istikamete... Hep doğruya gitmek, yani dosdoğru olmak...
İste böyle bir pişmanlık, böyle bir dönüş, bu dört adımlık dönüş, kesin bir
dönüştür. Makbul bir dönüştür. Bu dönüsün adi “nasuh tövbesi”dir.
Böyle bir tövbe her şeyden önce Cenab -i Mevlâmiz'in bize bir emri: “Ey inananlar, tövbe-i nasuh ile Allah'a dönün...” (Tahrim,
Böyle bir tövbe, ayni zamanda o Yüce Elçi'nin bir müjdesi: “Günahlarına tövbe eden kişi, hiç günah islememiş gibidir.”
Evet isin sırrı pişmanlıkla tövbe imiş. Meğer ne güzelmiş kalbin derinliklerinden kopup gelen su sözler: “Ya Rabbi ben pişmanım. Yapmış olduğum bütün günahlardan... Keşke yapmasaydım...” Bu bir dönüş. Kendi özüne dönüş. Varoluş sebebine, asaletine... İnsanlığa... Nice bin hatadan arınmaya... Eğri- bürgüden dosdoğruya.. Bu dönüş çok ciddi bir dönüş. Hayatin dönüsü. Bu dönüşe şahitler lazım. Hatalar gizliydi, ama dönüşe şahitler lazım. Onlar hazır, hep bu ani beklediler:
Müminler şahit. Ruhanîler şahit. Rabbanîler şahit. Melekler şahit. Allah şahit...